“Bir
ayna da, bazı bazı, bir tuz gölü gibi gözleri yakar.”
Exupery
Hüznü sonsuzmuş gibi hissettiren bir
nağme sürüyor içimde.
Bir türlü bitmeyen yollara mecbur bir
yolcu için hasret öyle eski, öyle uzun bir takvim ki mesafelerinde
kaybolmayacak gönül bulunmaz.
O mesafelerde kaybolmayı ben seçmemiştim.
Düze çıkmayı düşlerken, sineme aşılamayan kalelerin surları örülüyordu,
farkında olamamıştım. O mesafelerin kalbimdeki derinliklerine fenerini
yakınca seneler, hasretin, bir sevgilinin ölü bedeni gibi kalbimde boylu
boyunca uzanan sûretini gördüm. Derindi, keskindi, acımasızdı. Benimle
aynı kapılarda, aynı yollarda, aynı hikâyedeydi. Şimdi o kapılar, o yollar
çok uzaklarda kaldı; ama hikâye bende hâla.
Hikâyede hasretin izini sürüyordum ve
bitkindim. Ardımda uzanan yollarda o hikâyeden çıkıp çıkamayacağımı
bilmiyordum. O hikâye bir gün hangi manayı kazanır öğrenmek istiyordum.
Aynı hikâyede annem beni hasretlere hazırlıyordu. Oysa o çok sevdiği
türkülerin, gizli gözyaşlarının, solgun mektupların ardında o da öğrenmeye
uğraşıyordu hâla.
Unutmaktan korkar gibi söylemekten
usanmadığı hasret türkülerinde, dönüp dönüp okuduğu mektuplarda,
kopamadığı geçmiş zamanda ne buluyordu annem? Hep dokunaklı hatıralar
oluyordu annemi kendine bağlayan; neyin nesiydi bu bağ…
Bir gün geldi o sözlerin hikâyesi benim
de kalbime hünkâr oldu.
Hâla ben de kalan o hikâye yüreğimi
tahtının dibine taşıdı ve ben o hikâyenin tahtı önünde bükülen boynumu
kaldıramadım daha.
Annem ve ben “tayininiz falancayadır”
tebliğlerinin peşinden savrulduk durduk babacığımın ardı sıra. Savrulduk
diyorum, çünkü her tayin tebliği kalbimizi altüst eden bir karayel olurdu.
Annem, “Kendimi bir ada gibi hissediyorum” derdi, “ yaz gelince güzelliği
fark edilen ve insanların bu güzelliğin içine girip, zevk edip sonra
hatıralarının silüetlerini bırakarak terk ettikleri bir yaz adası…” İlk
zamanlar annem derdim ki, “ Hem böyle sitem ediyorsun hem de o
hatıralardan sıyrılıp kendi güzelliğinle ıssızlığında yaşamayı
denemiyorsun, istemiyorsun bunu.” Solgun bir gülümseme belirirdi
dudaklarında, “Sen denersin” derdi bana, “ sen istersin…”
Annemin, hüzünlerinden, hasretlerinden
kopmak istemediği hatıralarını, anneannemden ona yadigâr kalan sandıkta
sakladığı birkaç parça eşyaya benzetirdim. Bayramlık saf ipek çuha renkli
bir yeldirme, siyah kadife bir fistan, pembe işlemeli bir mendil, ahşap
bir tespih… Anneannem bu eşyaların yaşamasını istermiş; annem de öyle,
hasretlerinin yaşamasını isterdi. Hep ona hüzün veren insanlar ve mekânlar
olurdu kalbinde. Usanmadan anardı birkaç dostu ve mekânı; arardı…
Taşınırken bırakmak zorunda kaldığı çiçeği bile özlerdi annem! “Ne tuhaf “
derdi, “o çiçekle aynı odada geçirdiğim vakitlere ihanet ediyormuşum gibi
geliyor bana.” “Ah anne” derdim, “senin kalbin bir çiçekten daha
ayrılmaya dayanamaz, bırak bir dosttan bir şehirden ayrılmayı.” Gülerdim.
“Kim bilir Beria, senden nasıl ayrılacak?” derdi. Solardı gülümsemem.
Ah zaman… acımasız hikâyeci, bilge
muallim.
Onun öğretmesi yaklaşanı ulaştırmak,
kaynaştırmaktır yürekte. Hasretleriyle kuruln hikâyeye taşıdı, buruk
tebessümleriyle kaynaştırdı beni.
Annem, geçtiği şehirlerin peçesini
indirir benim hiç fark etmediğim güzelliklerinden müstesna hatıralar
taşırdı yüreğine.
Yeni mekânlar görmeye hem arzulu, hem de
o mekânlara duyacağı bağlılığın vedalarla incineceğinden mustarip. Hem
yeni dostlar, yeni muhabbetlerle hemhal olmaya gönüllü, hem gönlünün
ayrılıklarla yaralanmasından gamzede olurdu. Ben vedalardan annem gibi
incinmeyi, annem gibi hasretten inlemeyi bilmezdim.
Derken dört yıl kaldığımız ‘Ağlasun’,
ömrümün hüzünlerine hasretlerine açılan bir tünel; kalbimi annemin
kalbiyle donatan bir el oldu. O şehre girerken babama demiştim ki,
“Ayrılırken dile gelse bize ne der bu şehir?” Annemi göstererek
eklemiştim, “İlişmeyin ‘ağlasun’ der herhalde. Annem buruk bir
gülümsemeyle katılmıştı babamla benim kaygısız gülüşümüze. Sonra babam,
“Bize öyle der de, annene ne der acaba?” diyerek annemin çok sevdiği bir
türküyü mırıldanmıştı: “Mihrican mı değdi gülün mü soldu- Gel ağlama,
garip bülbül ağlama…” Ağlasun’da liseyi bitirmiştim. Bir dosta gönül
bağlamanın, bir muhabbetten yara almanın, kanayıp da yaranın yerini
bulamamanın, bir şehre ait olduğunu hissetmenin ne demek olduğunu
Ağlasun’da öğrenmiştim.
Ağlasun’dan Isparta’ya taşınırken
ağlamaktan içimi alıp veremiyordum. Babam biraz şaşırmıştı. Annem, başımı
omzuna yaslamış saçlarımı okşuyordu, kanayan bir yaraya pansuman yapar
gibi. Babam anneme, “İlişmeyelim ağlasun” diye hatırlatmıştı gülümseyerek.
Annem yolculuk gecelerinde sessizce ağlarken, babam kulağıma
eğilir, “Annen bir melankoli meleği” derdi. Beni göstermişti anneme,
“ikinci melankoli meleği yetişiyor” diyerek.
Üzüntülerini hiç belli etmezdi babam. Hep
neşeli, hep gamsız görünürdü. Neşesiyle, bir an parlayıp sonra sönüverin
ve silinen öfkesini tanırdım sadece. Nükteli konuşmayı çok severdi, bazen
öfkesinin doruklarındayken bile kendi kızgınlığına nükte uydurur öfkesini
balonunu gülerek söndürürdü. Pek nadir bir insan olduğunu düşünürdüm.
Sonra memleketi olan Artvin’e gittiğimizde, babamın doğduğu köyde ona
benzeyen bir sürü adam tanıdım. Artık babam Artvin’in dışında nadirdi
sadece.
Isparta benim için güllerin, Mevhibe
teyzenin, Canan’ın, akşamüzeri güllere nazır bir balkonda anılan
hatıraların, gizlice beliren sızıların, kanı hâla akan yaraların
cümlelerinden kurulan bir roman oldu. Kim demişti, “Roman dediğin bir uzun
yol üzerinde dolaştırılan bir aynadır” diye. Geçtiğim yollardan benim
aynama hiç silinmeyen hasretlik aksetti…
Mevhibe teyze iki yıl kaldığımız
Isparta’da annemin görüştüğü en has dostuydu. Onunla beraber geçirdiği
vakitlerden, ondan dinlediği menkıbelerden, mesnevilerden, manilerden
doyumsuz bir zevk alırdı.
Kaç şehir gezdi, her şehirde birkaç dostu
oldu anılacak, bazen o kadar bile olmazdı. İçe dönüktü annem. Mahcup bir
tabiatı vardı. Gündelik konuşmaların içinde uzun uzadıya bulunmaktan
hoşlanmazdı. Az konuştuğu için kulağa şiir gibi gelirdi uzun cümleleri.
Bazen babam, “Beni bu
şiir gibi sözleriniz mahvetti Lâle Hanım” derdi
sesine içli bir yapmacıklık takıştırarak, “Böyle sözlerinizden sonra abayı
yaktım size, böyle sözlerinizden sonra uykusuzluklarım başladı…” Bazı
sabahlar evden çıkarken bu sözleri şen şakrak sıralardı anneme. O gidince,
annem bana döner, “Sen de olmasaydın ben ne yapardım şimdi?” derdi. Evin
tek çocuğuydum ben. Benden sonra annem birkaç düşük yapmış. Doktorlar her
şey normal diyorlarmış ama gebeliğin üçüncü dördüncü aylarında bebek
ölüyormuş annemin karnında. Çok zor hallerdi diye anlatırdı annem. “Peri
karışmıştır sana, ilk çocuğun kız ise demek ki erkek çocuklarını boğuyor;
kız çocuğuna gebe kalsan o yaşar” diyerek muska tarif edenler, ilaç
levazımı yazdırmaya kalkışanlar, babama yeniden evlen diyen akrabalar…
Bu tür şeylere üzülmezdi annem. İnsanları
pek umursamazdı. Kimin ne dediğiyle ilgilenmezdi. Öyle kendi içinde, öyle
kendi halindeydi ki. Ondan nasıl ayrıldım, hâla gösterdiğim tahammüle
şaşıyorum. İnsanoğlu yaşarken ister istemez katlanıyor, sonra katlandığına
inanamıyor…
Isparta’dan ayrılacağımıza yakın annem
vakitlerini çoğunu Mevhibe teyzeyle geçirmeye başladı. Aralarında çok
kuvvetli bir muhabbet bağı, bir gönül birliği vardı. Şimdi hatırlıyorum da
o günleri, ayrılıktan ürperen gözlerle bakıyorlardı birbirlerine. Annemin
gözlerinde gizli bir çaresizlik; Mevhibe teyze annemin sevdiği bir maniyi
ezgileyerek katılıyor o çaresizliğe: “Yara yeri, Sızıldar yara yeri.
Kervan göçtü, Yol etti, Yalvararam yara yeri, Ne sende od tükendi, Ne
bende yara yeri…”
Isparta’daki biricik arkadaşım Canan’la
ben, Mevhibe teyzeden Gülcü Kızlar’ın hikâyelerini dinlemeye doyamazdık.
Mevhibe teyzenin sanki yüzlerce serçeyi yüklenmiş gibi tatlı, sevimli sesi
hâla kulaklarımda: “Güller ya gün doğmadan ya da akşam serinliğinde
toplanır, amma kızıl gül bağında hava daima leylâk rengi, tatlı bir
akşamdır. Gülleri yalnız gülcü kızlar devşirir; nazlı gülün tabiatından
onların narin parmakları anlar ancak. Güllere ülfetini derinleştirdikçe
gülcü kızlar, güller muhabbetin terini gülcü kızların ellerine bırakır.
Gül çamuru derler o terre.
Oysa hakikatte çamur değil, muhabbet
nişanıdır o. Gülcü kızlar gül çamurunu zar gibi bezlere sarıp koyunlarında
saklarlar, tenleri gül gibi koktukça gülün esrarına karışmış gibi bahtiyar
olurlar…” Canan not alırdı Mevhibe teyzenin her anlattığını.
Öyle benziyorduk ki onunla birbirimize;
bir şiirin dizeleri gibi… kader bu beraberliğin örgüsünü dağıtmadı uzun
zaman; Canan’la ben İstanbul
Edebiyatı kazanıp Isparta’dan ayrıldık.
Yeni tayin haberi annemle babamı
Kütahya’ya uğurladıktan sonra, biz de Canan’la İstanbul’a gittik. Öyle
çekilmez acıların günleriydi ki o günler, kalbim nasıl dayandı, bilmem.
Annem hiçbir vedaya dayanamaz. Böyleyken
Kütahya’ya gideceği vakit ne kadar metin görünüyordu. Yalandı. Benden
ayrılır ayrılmaz yıldırım gibi kalbine düşecek acıyı gizleyen bir buluttu.
Vedanın kollarında ben, kaybolmaktan
korkan küçük bir kız çocuğuydum. Böyle hissetmiştim, annem bunu sezmiş,
sonunda birbirimizin kollarında kaybolur gibi ağlamıştık. Demiştim ki ona,
“Ölüm nedir biraz öğreneyim diye, senden ayrılıyorum.” Elini ağzıma
kapamıştı, ağlarken
gülümsemeye çalışarak. Hiçbir yüz ağlarken gülümseyen
annemin yüzü kadar güzel, hiçbir yürek onun hafif yüreği kadar âşık
olunmaya layık olamazdı.
Sonunda gitti, ölerek ve öldürerek beni.
Canan bütün gün bana gül yağı aramış. Ben
o vedanın ardından gamlı bir hazan gibi içime gömülürken, o, bir teselli
bulmak adına belki de, benim en sevdiğim renk olan koyu buhurumeryem
tonunda gülyağı aramış. Gül şeklinde bir şişede buhurumeryem renginde
gülyağı… Bir dost tarafından teselli edilmekten, içtenlikle verilen
sevgiden daha büyük hediye ne olsun? Öyle sıkı kucaklamıştım ki onu,
annemin kollarında kaybolur gibi, ağlarken, o da benim için benim gibi
nasıl da ağlamıştı.
Derken Isparta’ya veda vakti de
geliverdi. İstanbul’u ilk defa görecektim. Ama İstanbul’a dair ne merak,
ne hayret, ne de yâranlık taşıyacak takati yoktu kalbimin. Bir ömre bedel
aşkların toprağı olan İstanbul’a karşı beslenecek böyle bir gaflet
olamazdı; ama ben mazurdum; ailemden ayrılmıştım, şimdi Mevhibe teyzeden
ve bütün sevgili hatıraların şehrinden ayrılıyordum.
Son kez dönüp ardıma baktığımda, annemin
şiir defterinden ezberlediğim, Ahmet Gazali’ye ait o unutulmaz dörtlüğü
fısıldamıştım geçtiğim şehirlerin (varsa) kalbine: “Senin gönlün daima
meshur ve musahhardır mazursun- gamın ne olduğunu asla bilemedin
mazursun.”
Yolculuk boyunca Canan kendi halime
bırakmıştı beni. Hiçbir şeyin bana ilişmemesini istediğimi sezmişti.
Öylece susuyor, ama kalbimizin içinde söylenen nice hüzünlü cümleyi bir
fotoğraf karesi olup canlanan hatıralar eşliğinde tekrarlayıp duruyorduk.
O yolculukta bir kırılan aynaydı zaman
elimde. Zamanın kırılan, dağılıp uzaklaşan halini ilk defa böyle derinden
fark ediyordum. Kırılan aynanın bana verdiği hüzünden başka bir şey
göremiyor, duyamıyorum; bir romandaki hâyal gibiyim, öyle hissediyordum.
Otobüsün teybinde Gülden Karaböcek’in incecik mızraklar gibi insanın
kalbine saplanıveren, hüzne müptela o esrik sesi, bir yarayı acımasızca
genişleten rüzgâr gibi dokunuyordu bana. Yolculuk boyunca suskun, nasıl da
beliriyor belirecek olan ve nasıl da olgunlaşıyor kendinden başka hiçbir
şeyi umursamadan, diye düşünüyordum. Sevgiler, hasretler, kim bilir daha
ne serüvenlerden geçirecek beni ve daha ne kadar ağırlaşacak…
Olgunlaşmanın durduğu nokta ölüm olmalı.
Demek ki beliren, içine aldığı varlık yaşadıkça kendi yolunda ilerleyecek
gizlice. Ve demek ki diyordum, benim ömrümü öçöne alan esrar hasret olacak
imiş...
Hasretin, hüznün sancılarıyla beliren
düşünceler kalbimi öyle yordu ki gözlerimi yumup bir rehavet düşünde
kaybolmak istedim. Annemin, babamın, Mevhibe teyzenin hâyali beliriverdi
gözlerimin içinde. Her veda kucaklaşmasını yeniden yaşadım. Mevhibe
teyzenin buğulu gözleri daha derinden işledi içime. Sonra titreyen güçsüz
elleri ellerime uzandı, küçük bir defter bıraktı avuçlarıma: “Dün gece
senin için hazırladım” dedi, titreyen tatlı sesi, “seversin” diye ekledi
sonra.
Defterini çıkardım. “Çiçekler Arasında.”
Anlattığı ve benim tekrar tekrar dinlemekten usanmadığım çiçeklerin
hikâyelerini kendi el yazısıyla bir araya getirmiş… Mor menekşe çiçeklerin
şeyhi olan gülün dergâhına varır, boynun eğer, derman umar. Gül, “Rengini
gamlı kılan, yapraklarını perdeleyen dert nedir ki?” diye sorar. Menekşe,
muhabbet bağından hicran dağına nasıl atıldığını, ona muhabbet bağını
hatırlatan nağmelerini işittikçe gömleğinin yakasını nasıl yırttığını
anlatır… Gül menekşenin derdini dinlerken kimselere faş etmediği gizli
derdi şahlanır içinde. O dert öyle üstüne varır ki gülün, çaresizlikten
titrer incecik gövdesi ve hüznün gözyaşları beliriverir yapraklarında.
Derdinin, çaresizliğinin fark edilmesinden korkar da “Dermanını derdinde
ara, git artık” der menekşeye. Menekşe ayrılırken cüret edip güle
yapraklarında beliren damlaların ne olduğun sorar. Gizler derdini gül, “O
çiy damlaları benim tacımdır” der. O günden sonra dert gülün tacı olur.
O defteri okudukça geri dönmek isterdim,
Mevhibe teyzeye dönmek; bir pervane gibi çırpındı durdu içimde bu arzu.
Derken İstanbul, çiçekleri bir bir kabul
edip dertlerini dinlerken kendi derdini gizlemek için ter döken gül gibi,
derdimi içine alan bir fânus oldu.
İstanbul… şairlerin müstesna cümlelerinde
Leyla gibi bir mâşuk şehir. Ne ki acılarıma, hasretlerime metelik vermeyen
umursamaz bir çehreyle karşıladı beni. İstanbul’u kendime benzettim; bir
kalbi varsa o da kırıktı. Onun da hasretini çektiği sevgilileri, uzaklaşan
güzellikleri, bir aynada kırılan vakitleri vardı. Öyle ya, esenliğinden
çalınmış bir şehir ne kadar teselli edebilir içinde başka şehirlerin
hatıralarını taşıyan kırık bir kalbi?
Peçesi indirilmiş, sonra da, uğrunda
ölüme yürüyen âşıkların hatıralarını taşıyan güzelliğinden yüzçevirilmiş
müstesna bir dilberin hüznü vardı İstanbul’un çehresinde. Derken, benim
hasretlerim, kalbimin melûl ezgileri onun buruk akşamlarına karıştı; hem
öyle bir karıştı ki bir daha çıkamadım içinden.
Konakladığım son şehir oldu İstanbul.
Sonra, ömrümün geri kalan hasretlerini,
ayrılıklarını iyice derinleştirerek içimdeki yerlerini sağlamlaştıran
gamsız bir el oldu. Canan fakülteyi bitirip Isparta’ya döndü. Her
mektubuyla yaramı derinleştiren sevgili oldu.
Mevhibe teyze ölümsüzlükten gönlümde bâki
kalan eşsiz bir kuşa dönüştü, süzüldü durdu içimde.
Annem birkaç şehir daha gezdi babacığımın
ardı sıra. Sonunda onun da yolculukları İstanbul’da ikmal oldu. Oysa
biliyorum, o yollar kesilmedi içimizde. Geçmişte yaşanan tatlı bir huzurun
odaları gibi içinde sakladı bizi. Ne hasretin hüznünden, ne hüznün
gözyaşlarından kopamadık bir daha. Ömrümüz, mektupları, geçip giden
zamanları bir kutsal metin gibi bağrına bastı. Biliyorum, annem, geçtiği
şehirlerde kendi ruhunun yankısını bulduğu her şeye; bir sokağa, bir
vaktin hatırasına dahi mektuplar yazdı gizlice. Bir anlık huzurlu hatırayı
dahi özlemekten vazgeçmedi… biliyorum, kendi kalbimden biliyorum.
Ve işte saçlarımda berrak bir yaz
gecesinin yıldızları gibi beliren senelerin ucunda ben, annemden yadigâr
sandığın kıyısında, kalbimin üstünde çiçek bercesteleri, o hikâyenin
başındayım hâla… Güneş ufkun eteklerinde hüzünlerden bir akşam bahçesi
kurmayı sürüdüyor. O bahçede daha kaç akşam dayanır benim gülüm,
bilemiyorum.
Münire Daniş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder